Türkiye Ekonomisi
Herkese merhabalar,
Geçen yazımızda Türkiye’nin neden sürdürülebilir bir büyüme yakalayamadığını tartışmış ve asıl sorunumuz olan üretimde verimlilik konusunu yeterince konuşmadığımızı vurgulamıştık. Şimdi, ülkemizin son yıllarına odaklanalım ve uyguladığımız politikaların etkilerine bakarak, bizi varmak istediğimiz yere götürebilir mi, üzerinde konuşalım.
2021 Eylül ayında, TCMB enflasyonun yükseldiği bir dönem olmasına karşın faiz indirimine gitti. O süreçte, bunun “Çin modeli” örnek alınarak uygulanan bir politika olduğuna vurgu yapıldı. Politikanın önemli bir varsayımı, düşük faiz politikasının yatırımları tetikleyeceği, böylece üretimin artacağı ve artan arz sayesinde enflasyonun düşeceğiydi. Ayrıca, düşen faizin, TL’nin değerinin düşmesine yol açarak “rekabetçi(!)” (Cevdet Hoca da çok takılır bu kelimeye) bir kur seviyesi sağlayacağı ve bu sayede ihracatı ve dolayısıyla milli geliri artıracağı da modelin bir diğer önemli beklentisiydi.
Türkiye ekonomisinin bugün gelinen noktada bu beklentilerin çok uzağında kaldığı aşikar. Geride kalan süreçte, kur kaçınılmaz olarak hızlı bir değer kaybı yaşadı. Türkiye gibi, enerjide dışa bağımlılığı yüksek ve ara mal ithalatı yoğun bir ülkede, bu durum bekleneceği gibi enflasyonu artırdı (Şekil 1). Bununla beraber cari açık son 10 yılın en yüksek seviyelerine ulaştı. Yüksek enflasyon, artan döviz talebi, bunu baskılamak adına alınan bir dizi başka uygulamalar neticesinde, ekonomik belirsizlik ciddi biçimde arttı. Nihayetinde düşük politika faizi, hedeflenenin aksine yatırımların zayıfladığı bir ortam yarattı (Şekil 2).
Ancak bu yazıda asıl amacımız, bahsedilen politikaların bu en kısa vadede bile kendini belli eden zararlarını bir yana koyarak, tek başına “düşük faiz, düşük kur” yordamıyla orta ve uzun dönemde vadedilen başarının da yakalanmasının mümkün olmadığına dikkat çekmek. Örneğin, TL’nin diğer para birimleri karşısında değer kaybı yakın zamanda başlamış değil; paramızın değeri ticaret yaptığımız ülkelerinkine kıyasla 10 seneden beri ciddi biçimde azalmakta (mallarımız ucuzlamakta), ama buna rağmen, mal ihracatında yakın zamana kadar ciddi bir artış ortaya çıkmış değil (Şekil 3a ve 3b).[1] Şimdi bu gözlemden hareketle, zamanında sıkça atıfta bulunulan Çin mucizesini sadece ucuz fiyatlar ile tanımlamanın mümkün olmadığını, Çin’in rekabetçi ve dünya ticaret zincirlerinde söz sahibi bir yapıya evrilmesinin arkasında yatan asıl unsurun teknolojik atılım olduğunu ele alacağız.
İhracatta ve dış ticarette başarılı olabilmenin koşulu, kur yönetimi ile ihraç ürünlerinin fiyatını göreli olarak düşürmek değil, teknolojik ilerleme sayesinde ihracatta yüksek katma değer yaratan pazarlarda yer edinebilmektir. Yakın zamanda Harvard Üniversitesi’nden Prof. Dr. Marc Melitz ile yazmış olduğumuz makalede de dış ticaretin kaliteli ve yüksek katma değerli ürün üretmenin bir ‘sonucu’ olduğunu göstermiştik. Örneğin, Çin’in ihraç mallarından elde ettiği gelirin yüzde 30’u yüksek teknolojiye sahip ürünlerden gelmektedir ve bu oran ABD ve birçok OECD ülkesinin önündedir. Benzer bir durum geçen yazıda vurguladığımız Güney Kore örneğinde de geçerlidir. Türkiye’de ise bu oran %3 olup, maalesef diğer örneklerin çok altındadır (Şekil-4).
Global anlamda rekabetçi, yüksek verimlilik ile yüksek katma değer üreten bir ekonomik yapının temelinde bilimsel ve teknolojik ilerleme yatmaktadır. Bu şekildeki bir ilerleme daha verimli üretim imkânları yaratır, bunları benimseyen yenilikçi firmalar, miadı dolan yöntemleri kullanan rakiplerinin önüne geçer, bu yaratıcı yıkım süreci ekonomide kaynakların daha verimli birimlere aktarılmasına ve ekonomik kalkınmaya ön ayak olur. Bu bağlamda, Türkiye’de kişi başına üretilen bilimsel içerik (makale sayısı) ve teknolojik yenilik (patent sayısı), gelirine kıyasla dünya ortalamasından pek farklı değildir; yani Türkiye, bu açıdan da gelişmiş ülkelerin oldukça gerisinde, tipik bir orta gelirli ülke seviyesinde seyretmektedir. Ancak, benzer kişi başı gelire sahip Çin’de durum çok farklıdır (Şekil-5). Kişi başına oranla üretilen patent sayısı, Çin mucizesinin ne kadar sağlam teknolojik temellere dayandığını, buna mukabil, Türkiye’nin bu anlamda ne kadar geride kaldığını çarpıcı biçimde ortaya koyan birçok göstergeden sadece bir tanesidir. Benzer bir tablo, bilim ve teknolojiye ayrılan kaynaklarda da ortaya çıkmaktadır: Türkiye, milli gelire oranla AR-GE harcamasında hala oldukça geridedir. Ayrıca yükseköğretime katılım oranlarındaki artış da Çin büyümesinin, hep bahsettiğimiz üniversite eğitimiyle de desteklendiğini göstermektedir (Şekil 6).
Kısacası, Çin modeli olarak ortaya konan düşük kur odaklı bir yaklaşımın Çin’in yakaladığı ekonomik başarının dayandığı teknolojik atılım odaklı temelleri yakalayamadığı açıktır. Ayrıca vurgulamak gerekir ki, ekonomideki temel hedef ucuz mal satmak değil, nitelikli işgücü gerektiren, teknolojisiyle, kalitesiyle yüksek fiyat ve katma değer yaratabilen ürünler üretmek olmalıdır. Odağımız bu olmadıkça, güncel darboğazlardan kurtulmak, eski ekonomi bakanı Kemal Derviş’in seneler önce bu videoda öngördüğü gibi (46. dakikadan itibaren) olacağını öngördüğü gibi, Türkiye’yi uluslararası rekabette gittikçe gerileten yavaş büyüme ve enflasyon sarmalından çıkmak mümkün olmayacaktır. Bu vesileyle Kemal Derviş’e de Allah’tan rahmet ve ailesine de başsağlığı diliyoruz.
[1] Son yıllarda mal ihracatında gözlemlenen artışın, pandemi dönemine özel süreçlerin yarattığı yan etkileri yansıttığı değerlendirilmektedir. Buna rağmen dış ticaret açığı ve cari açık hala büyük bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Türkiye on yıllardır, ithalat talebinde keskin daralmalara yol açan kriz dönemleri hariç, ithalat ettiğinden fazlasını ihraç etmeyi başaramamıştır.