Gelir Eşitsizliği, Eğitimde Fırsat Eşitliği ve Ekonomik Büyüme
Herkese merhaba,
Bugünkü yazımızda inovasyona dayalı büyüme modelinden bahsedeceğimizi söylemiştim. Ülkelerin verimliliği artırarak nasıl büyüyebileceklerini anlamak için büyüme literatürünün en yeni bulgularını özetleyen Şekil 1’deki modeli anlamanın oldukça faydalı olduğunu düşünüyorum. Modele bakınca ilk göze çarpan, her biri köşelere yerleşmiş dört başlık: toplum, üniversiteler, yenilikçi şirketler, rekabet. Tahmin ettiğiniz gibi bu başlıkların her biri verimlilik artış sürecinin olmazsa olmaz parçaları. Bu parçaları başı ve sonu olmayan, sürekli kendisini besleyen bir döngünün yapı taşları olarak düşünmek doğru olur.
Döngü, yetenek havuzundaki bireyleri dünyaya getirip onları ellerindeki kaynaklar aracılığıyla okulöncesi, ilkokul, ortaokul ve lise eğitimleri veya diğer kültürel etkileşimlerle dünyaya hazırlayan toplumla başlıyor; ardından bireylerin yetiştiği üniversitelerle devam ediyor. Nitelikli bölümlerden mezun iş gücünün bir kısmının beyin göçü ile yurt dışına gitmesi, bir kısmının geri dönmesiyle yenilikçi iş gücü arzı ortaya çıkıyor. İş gücü pazarında talep ise AR-GE yapan yenilikçi şirketler tarafından oluyor. Yenilikçi iş gücünün arzı ve AR-GE yapan yenilikçi şirketlerin iş gücüne olan talebinin birleşmesi sonucunda yenilikçi iş gücünün maaşları belirleniyor.
Bu maaşların yüksek olması demek, yetenek havuzundan daha fazla gencin üniversitelerde nitelikli bölümler okuyup yenilikçi şirketlere girmeyi hedeflemesi veya beyin göçüyle yurt dışına gidebilecek gençlerin kalmayı tercih etmesi demek. Ama maaşların yüksek olabilmesi için de yenilikçi iş gücüne talebin olması lazım. Yenilikçi şirketlerin bu talebi yaratması için ise yaptıkları AR-GE meyve verdiğinde kazanacakları yüksek karlar olması gerekiyor. Çünkü yenilikçi şirketler yaptıkları AR-GE sonucunda pazarda tekelleşmeye başlayan büyük firmalar veya regülasyonlar sebebiyle yeterince yüksek kar elde edemeyeceğini düşünürse, yenilikçi iş gücüne daha az talep duyar; bunun sonucunda da yenilikçi iş gücünün maaşları düşer. Dolayısıyla gençler nitelikli bölümleri okuyup yenilikçi iş gücüne katılmak yerine daha kolay para kazanılan bölümleri tercih eder, veya nitelikli bölümleri okuyanlar da beyin göçü ile daha yüksek maaş alacakları ülkelere göç eder.
Yenilikçi şirketler üretecekleri inovasyon sonucunda ne kadar kar edebileceklerini tahmin ederek AR-GE planları yapar ve yenilikçi iş gücünü işe alırlar. Bu sürecin sonucunda AR-GE’ye yatırılan sermayenin büyüklüğü, ve yenilikçi iş gücünün kalitesiyle doğru orantıda inovasyon oluşur. Bu inovasyon sektörde rekabet sağlıklı olduğu takdirde eski teknolojilerle üretim yapan eski şirketleri yaratıcı yıkıma sürükler. Peki, nedir bu yaratıcı yıkım? Özellikle Avusturyalı iktisatçı Joseph Schumpeter’in öne sürdüğü yaratıcı yıkım, daha gelişmiş teknolojiler ve ürünler üreten yeni şirketlerin eski teknolojilere sahip verimsiz şirketleri yerinden etmesi sürecidir. Bu süreç sayesinde pazardaki mevcut teknolojiler ve ürünler devamlı olarak daha kalitelileriyle geliştirilir, öte yandan bu sürece ayak uyduramayan verimsiz şirketler de rekabet sayesinde piyasadan silinirler.
Eğer pazarda rekabete engel faktörler varsa yeni teknolojiyi geliştiren şirketler, eski teknolojilere sahip şirketleri yerinden edemez. Literatür, bu durumun birtakım problemlere yol açtığını göstermiştir. Öncelikle, pazarın teknolojisi, veya pazarda üretilen ürünlerin kalitesi rekabette olacağı gibi artmaz ve bu sebeple sürdürülebilir büyüme sağlanamaz. Üstüne üstlük, yenilikçi şirketler AR-GE sonucunda üretecekleri inovasyondan kar edemeyeceklerini düşündükleri için yenilikçi iş gücüne olan talepleri düşer. Bunun sonucu da yukarıda söylediğimiz sebeplerden daha az yeteneğin nitelikli bölümleri tercih etmesi veya beyin göçü ile yurt dışına taşınmasıyla sonuçlanır. Yani, bu döngünün yapı taşlarından birinde problem olduğu zaman bu problem diğer parçaları da sekteye uğratır; ve döngü aksar.
Rekabetin sağlıklı olduğu bir ortamdaysa yenilikçi şirketler eski şirketleri yaratıcı yıkıma sürükleyip yeni teknolojiler aracılığıyla katma değeri daha yüksek ürünler üretirler. Bu katma değerler sektördeki maaşlar, yenilikçi şirketlerin devlete ödediği vergiler, ve yenilikçi şirketlerin yaptığı ihracattan doğan ticaret hadleri ile topluma geri döner. Kaynakların eşitlikçi dağıtıldığı toplumlarda, toplum bu kaynakları kullanarak daha yüksek refah içinde yaşar, yani diğer bir deyişle büyüme sağlanır ve toplum yeni jenerasyonunu artan kaynaklar sayesinde daha iyi yetiştirir. Bu döngünün parçalarının birbirini besleyerek zaman geçtikçe daha da güçlenmesi, ülkenin sürdürülebilir bir büyüme patikasına girmesi anlamına gelir.
Verimliliğe dayalı büyümenin başlarında olan Türkiye gibi orta gelir grubundaki bir ülkeyi sürdürülebilir büyüme patikasına sokmak için politika yapıcıların öncelikle denge (equilibrium) bilgisine ve yukarıda anlattığım parçaların birbirine sımsıkı bağlı olması sebebiyle de genel denge (general equilibrium) bilgisine sahip olması gerekir. Genel denge, ekonomide etkilenmek istenen değişkenlerin, (X artarsa Y artar gibi) tek bir denklem aracılığıyla değil de, yukarıda anlattığım modelde olduğu gibi birbirini karşılıklı olarak etkileyen denklemler grubu olarak çalıştığını anlatır. Bu da birbirini etkileyen değişkenlerin bir arada incelenerek modellenmesi anlamına gelir. Eğer büyümeye genel denge prensipleriyle yaklaşılır ve yukarıdaki dört parça da aynı anda ayağa kaldırılmazsa tekerleklerinden dördü de patlak olan arabanın gitmeyeceği gibi sürdürülebilir bir büyüme de sağlanamaz.
Değiştirilmesi çok uzun yıllar aldığı için, belki de bu tekerleklerden en önemlisi ve düzeltmesi en zoru beşeri sermayedir. Bu yüzden, Türkiye’nin durumunu inovasyona dayalı büyüme modeli altında incelemeye bu blogda topluma odaklanarak başlamak istiyorum. İlerdeki bloglarda da sırasıyla üniversiteler, yenilikçi şirketler ve rekabete odaklanarak bu incelemeyi sürdüreceğim.
Ülkelerde verimliliği artıran, diğer bir deyişle, teknolojiyi geliştirenler iyi eğitim almış nitelikli azınlıktır. Yukarıda yenilikçi iş gücü adını verdiğim bu grubun toplumdaki en yetenekli bireylerden oluşması, ve en iyi eğitimi alarak yarının teknolojilerini geliştirebilir seviyeye ulaşması elzemdir. Örneğin Şekil 1’de yetenek havuzunda en yetenekli yeşiller, orta yetenekli sarılar, ve daha az yetenekli kırmızılardan oluşan bir dağılım görüyoruz. Olması gereken; aile geçmişleri, gelir durumları, dinleri, cinsiyetleri, etnisiteleri fark etmeksizin en yetenekli yeşillerin üniversitelere giderek yenilikçi iş gücüne katılmasıdır. Bu sebeple yeteneklerin genç yaşta belirlenmesi, ve onlara devletin kaynaklarıyla iyi bir eğitim fırsatı sunulması çok önemlidir.
Ancak çoğu toplumda yetenek havuzundaki her birey üniversite çağına gelene kadar eşit şartlarda yetişmez. Kimileri geçim zorlukları içinde eğitimden daha hayati faktörlere odaklanarak büyürken; kimileri özel okullarda okuyarak ve özel dersler alarak üniversiteye hazırlanır. Dolayısıyla, gelir adaletsizliğinin yüksek olduğu ülkelerde yetenek havuzundaki bireylerin sadece yeteneklerine göre değil de, aynı zamanda maddi kaynaklarına göre bir yerlere geldiğini görürüz.
Durum bu olduğunda döngünün bir sonraki adımına yani üniversitelerdeki nitelikli bölümlere giden öğrenciler en yetenekli yeşillerden değil; yeşillerin arasından maddi kaynaklara sahip olanlar ve sarıların, hatta kırmızıların arasından maddi kaynaklara sahip olanlardan oluşur. Bu, bir ülkenin olimpiyatlara en iyi sporcularını değil de, ailesi en zengin sporcularını göndermesi olarak düşünülebilir. Diğer ülkelerin en iyi sporcularını gönderdiği yarışmada, zengin ancak orta yetenekli sporcuların birinci olmasını beklemediğimiz gibi, gelir adaletsizliği sebebiyle en yetenekli bireylerini değil de daha çok kaynakları olan bireylerini nitelikli iş gücüne taşıyan ülkelerin de verimlilik yarışında önlerde gelmesini bekleyemeyiz.
Nitekim, toplumdaki gelir eşitsizliği ve kişi başına düşen AR-GE araştırmacı sayısı arasındaki ilişkiyi gösteren Şekil 2, gelir eşitsizliğinin nitelikli iş gücüne nasıl zarar verebileceğini gözler önüne seriyor. Her noktanın bir OECD ülkesi olduğu grafikte, yatay eksende ülkelerin gelir eşitsizliğini temsil eden Gini katsayısını logaritmik ölçekte, dikey eksende ise nitelikli iş gücünün doygunluğunu gösteren kişi başı AR-GE araştırmacı sayısını yine logaritmik ölçekte görüyoruz. İki değişken arasındaki doğrusal ilişkiyi gösteren kırmızı çizgi bize eşitsizlik arttıkça araştırmacı oranının azaldığını söylüyor.
Yatay ekseni gelir eşitsizliğine göre medyan ülkenin solunda kalanlar düşük gelir eşitsizliği, sağında kalanlar yüksek gelir eşitsizliği; dikey ekseni de AR-GE araştırmacı oranına göre medyan ülkenin yukarısındakiler yüksek araştırmacı oranı, altındakiler düşük araştırmacı oranı olacak şekilde dört bölgeye böldüğümüzde kırmızı nokta olarak gösterilen Türkiye’nin yüksek gelir eşitsizliği ve düşük araştırmacı oranı bölgesinde olduğunu görüyoruz. Üstüne üstlük, Türkiye OECD ülkeleri arasında hem gelir eşitliği hem de araştırmacı oranı açısından sondan üçüncü.
Şunu da belirtmeliyim ki, gelir eşitsizliği her ülkede yetenek havuzunun nitelikli iş gücüne dönüşmesine aynı oranlarda etki etmeyebilir. Bazı ülkelerde gelir dağılımı eşit olmasa da devlet yetenek sınavları aracılığıyla eğitim sürecini kontrolü altına almış, ve en yeteneklilerin en iyi programlarda okumasına olanak sağlamış olabilir. Türkiye’nin de üniversite sınavı aracılığıyla bunu sağladığını düşünenler olabilir. Ancak üniversite sınavına gelene kadar geçen süre içerisinde kaynakları olmayanlar kaliteli bir eğitim alamamış, daha zengin aileler maddi imkanlarını kullanarak sistemde daha başarılı olacak noktaya gelmiş olduğunda üniversite sınavı artık yeteneği değil; okulların, dershanelerin öğrencileri sisteme hazırlama becerisini, dolayısıyla maddi gücü bu kurumları karşılamaya yeten ebeveynlerin varlıklarını ölçer hale gelir.
Şekil 3, tam da bu konuda Türkiye’de gelir eşitsizliğinin etkilerinin yetenek havuzuna çarpıcı bir biçimde yansıdığını gösteriyor. Şekil, yukarıdaki grafikte kamunun, yani devletin ilköğretim, ortaöğretim ve lise harcamalarının milli gelirdeki payını gösteriyor. Türkiye listenin sonlarında. Öte yandan, alttaki grafikte hane halkının, yani velilerin ilköğretim, ortaöğretim, ve lise harcamalarının milli gelirdeki payını gösteriyor. Türkiye bu kez başı çekiyor. Buradaki tezat şunu söylüyor: Eğer velilerin parası varsa çocuklar iyi eğitim alıyor, ve yetenek havuzunda yetenekleri ön planda olmaksızın nitelikli iş gücüne katılmaya fırsat kazanıyor; ancak velilerin parası yoksa çocukların eğitimleri için diğer ülkelere kıyasla gerekli kaynakları ayıran bir devlet bütçesi yok. Yani, eğitimin yükü devletin değil de ebeveynlerin üzerine kalıyor ve zengin ebeveynlere doğmayan yetenekler Şekil 1’deki döngüde üzerlerine düşen payı üstlenemiyor.
Yetenek havuzunun potansiyeline ulaşmasının önündeki engeller gelir eşitsizliği ile sınırlı değil. Toplumda her türlü gruba yapılan ayrımcılık, yetenek havuzunda bu gruba ait bireylerin yeteneklerinden bağımsız olarak devre dışı kalmaları demek. Gelir eşitsizliğinde olduğu gibi ayrımcılık da, bağlı olduğu grup gözetmeksizin nitelikli iş gücüne katılması gereken en yetenekli yeşiller yerine, ayrımcılığa uğramayan gruplardan sarıların ve kırmızıların nitelikli iş gücüne katılmasına sebep olur. Dolayısıyla, olimpiyat benzetmesinde olduğu gibi, sürdürülebilir bir büyüme yarışında başarılı olmak pek mümkün olmaz.
Türkiye’de ayrımcılıktan en büyük olumsuz etkiyi yaşayan gruplardan biri şüphesiz kadınlar. Toplumun yarısını oluşturan kadınların ayrımcılığa maruz kalması demek, yetenek havuzumuzdaki en yetenekli yeşillerin yarısını görmezden gelmemiz demek olur. Bu, kadınların insani haklarının önüne geçilmesine ek olarak, Türkiye için sürdürülebilir büyüme hayalinin de suya düşmesi demek. Şekil 5’te kadınların akademik seviyelerde ilerledikçe katılımlarının nasıl düştüğünü görüyoruz. Bu şekil açıkça kadınların üniversite eğitimi almak için gerekli hazırlıklara erişmelerinden başlayarak, akademide yükselmelerine kadar çeşitli toplumsal engellere takıldıklarını gösteriyor. Bu durum Türkiye için aynı jenerasyon içinde telafi edilemez bir kayıp oluşturuyor.
Bu bloğumuzda inovasyona dayalı büyüme modelinin toplum, üniversiteler, yenilikçi şirketler ve rekabetten oluşan dört ana parçadan oluşan, birbirini besleyerek büyüyen dinamik bir yapı olduğunu anlattım. Ardından ilk parça olan toplum konusunda Türkiye’nin gelir eşitsizliği ve ayrımcılık sebebiyle neden iyi durumda olmadığını söyledim. Bu durumun önüne geçmek için eskiden Anadolu Liseleri ya da Devlet Parasız Yatılı sınavlarında olduğu gibi yeteneğin genç yaştan keşfedilerek devlet tarafından sağlanacak fırsatlar eşliğinde nitelikli iş gücüne hazırlandığı bir yapının daha doğru olacağını düşünüyorum. Ek olarak, toplumda kadınlara ve diğer her türlü gruba yapılan ayrımcılığın çok büyük ciddiyetle ele alınması gerekiyor. Peki, bunların sağlanması Türkiye’nin sürdürülebilir bir şekilde büyümesi için yeterli mi? Hayır. Çünkü bu işin hep birlikte güçlendirilmesi gereken üç parçası daha var. Ancak toplum dahil bu parçalardan her birinin gelişmesi sağlanmadan da bir büyüme düşünülmesi söz konusu değil.
Bir sonraki konumuz üniversiteler ve hepimizin bu aralar çok yakından takip ettiği göç. Türkiye Akademik Diaspora Raporu aracılığıyla daha önce kullanılmamış seviyede araştırmacılar bazında bir veri seti oluşturarak adreslenmesi çok zor olan göç konusuna veriye dayalı yeni bir sayfa açtığımızı düşünüyorum. Çalışmamızın sonuçlarını konuşacağımız bloğu kaçırmak istemiyorsanız eposta listemize üye olabilirsiniz. Görüşmek üzere!