Türkiye, Verimlilik ve İnovasyon
Herkese merhaba,
Bugünkü yazımızda, Türkiye’nin uzun yıllardır neden iktisadi bir atılım yapamadığını iktisat teorisi üzerinden tartışacağız. Tabii ki her ülkenin yaşadığı sorunlar olur ve bunlar kısa vadede ekonomik olarak dalgalanmalar yaratabilir. Örneğin, Türkiye’nin geçmişte yaşadığı siyasi krizler, doğal afetler, askeri darbeler gibi birçok unsur ekonomiyi sekteye uğratabilir. Peki iktisat teorisi Türkiye’nin iktisadi atılım yapamaması konusunda bize neler söylüyor? Bunu anlamak için aşağıdaki basitleştirilmiş denkleme bir göz atalım:
İktisat literatüründe kişi başı ekonomik üretimin iki temel girdisi vardır: kişi başına düşen sermaye ve onu ne kadar etkin kullandığınız, yani verimlilik. Sermaye hepimizin bildiği makineler, vasıtalar, tohumlar, bilgisayarlar ve benzeri somut kaynaklardan oluşurken verimlilik oldukça soyut bir girdidir. Gerçekten, nedir bu verimlilik? Aynı kaynakları kullanan ülkeler bu kaynakları farklı ürünlere dönüştürebilir, ve girdilerinden daha yüksek fiyatlara satabilir. Üretimdeki girdiler ve çıktılar arasındaki değer farkına katma değer, ülkelerin aynı girdiyi kullanarak daha büyük katma değerler üretebilmesine de verimlilik denir. Örneğin, bir ülkenin fabrikasındaki bir işçi bilgisayar kullanarak üretim planlaması yaparken, başka ülkedeki işçi aynı bilgisayar ile yapay zeka geliştirebilir. Haliyle bu iki işçinin üreteceği katma değerler arasında ciddi farklar olur.
Ülkelerin büyümenin farklı aşamalarında verimlilik ve sermaye artışlarına farklı seviyelerde ihtiyacı olur. Bunun temel sebebi, verimliliği artırmanın zor olması ve sermayenin azalan marjinal getirili (diminishing marginal returns) bir kaynak olmasıdır. Azalan marjinal getiri prensibi der ki, üretim fabrikasındaki işçiye verilecek her yeni bilgisayar, çıktıya bir önceki bilgisayarların getirdiğinden daha az katkı sağlayacaktır. Düşününce, nasıl benim bu bloğu yazarken bir değil de iki bilgisayarım olsa, yazı sürem yarı yarıya azalmayacaksa, işçinin çıktısı da iki katına çıkmayacaktır.
Tabii ki ekonomik büyüme yolculuğunun başındaki ülkeler köprüler yapabilmek, telefonlar alabilmek, internet alt yapısı kurabilmek için sermayeye muazzam bir ihtiyaç duyar. Bu yatırımlar çok temel ihtiyaçları karşılar, ve ülkenin hızlıca belirli bir seviyeye gelmesini sağlar. Ancak ülkeler sermaye konusunda belirli doygunluğa ulaştığında, mesela nehirleri karşı kıyıya bağlayan köprüler inşa edildiğinde, herkesin barınacağı evler yapıldığında, her işçinin birer telefonu ve bilgisayarı olduğunda artık ülkenin sermayeye değil de verimliliği artırmaya odaklanması gerekir. Belirli bir noktadan sonra gelirlerini artırmayı başarabilmiş ülkelerin neredeyse hepsi, büyümeyi verimlilik ile elde etmişler. Türkiye’nin de sürdürülebilir bir büyüme patikasına girmek için yapması gereken bu.
Günümüzde seçim programlarında ülkemizin sahip olduğu ve yurt dışından takviye alacağı sermayeler gündemin merkezindeyken, sermayenin hızla artmasının bir ülkenin uzun vadeli büyüme planları için her zaman iyi olmayacağını söylemek biraz şaşırtıcı gelebilir. Bu durumun en uç örneği, Hollanda Hastalığı’na (Dutch Disease) adını veren 1970’lerin Hollanda’sının yaşadığı doğal kaynak keşfi sebepli ani sermaye artışlarıdır. Diyelim ki bir ülkeye çok büyük sermaye girişi oldu. İnşaat gibi sermayeye bağlı gelişen sektörler bu durumdan hızlıca nasibini aldı ve büyük bir atılım yaptılar. Bu atılım sonucunda sektörde iş gücüne talebin artmasıyla maaşlar artar. Derken, diğer sektörlerden yetenekli iş gücü, maaş artışlarından faydalanabilmek için soluğu inşaat sektöründe bulabilir. Aynı şekilde ülkedeki fiyatların genel olarak artması, diğer sektörlerin rekabetçiliğini bozabilir. Halbuki, bizim örneğimizde sürdürülebilir büyümenin sağlanması için inşaat sektörüne giden yeteneklerin okuyup teknoloji üretmeye devam etmesi gerekirken onları inşaat sektöründe istihdam etmiş olduk ve ülkenin inovasyon potansiyelini zayıflattık. Ayrıca bazı sektörlerin rekabetçiliğini de zayıflatmış olduk.
Yani, ekonomik büyümenin farklı aşamalarındaki her ülkenin bir sonraki adıma geçebilmek için farklı kaynaklara ihtiyacı olur. Düşük gelirli ülkeler daha önce de bahsettiğimiz gibi edinecekleri her sermayeden çok yüksek dönüşler alırlar ve ülkedeki yaşam kalitesini hızlı bir şekilde artırabilirler. Ancak Türkiye’nin de ait olduğu orta gelir grubuna geçince, artık sermayenin artması ülkenin refahının artması için yeterli değildir. Nitekim, bir önceki bloğumuzda yazdığımız gibi Türkiye’nin 1960’tan beri gelişmiş ülkelerle arayı kapatamamasının da sebeplerinden biri de budur.
Sürdürülebilir büyüme için orta gelirli ülkelerin artık sermayedense verimliliğe odaklanmaları gerekir. Bu verimlilik artışlarınınsa iki yolu vardır. Ülkeler verimlilik konusunda gelişmiş ülkelerden lisanslama ve öğrenme yoluyla verimliliklerini geliştirebilir, yani imitasyon yapabilir; ya da daha önce icat edilmemiş teknolojiler üreterek dünyanın verimlilik kapasitesini daha da öteye taşıyabilir, yani inovasyon yapabilir. Bir noktaya sadece sermayeyi artırarak gelmiş ülkeler için verimliliği geliştirmek daha önce çalıştırılmamış bir kastır. Bu değişim yeni bir bakış açısı, modern kurumlar, farklı devlet politikaları gerektirir. Bunlar da ‘‘hemen şimdi’’ deyince sağlanacak koşullar olmadığı için, Türkiye gibi ülkelerin inovasyona odaklanmadan önce verimlilik artışına sebep olan araştırmalarla haşır neşir olmak adına imitasyona odaklanması faydalı olur. Artık yüksek gelir grubu ülkelerine gelindiğindeyse, bu ülkelerin büyümeyi sürdürebilmek için diğer gelişmiş ülkelerden öğrenerek imitasyon yapması yeterli değildir. Onların var güçleriyle yeni teknolojiler icat etmesi, ve dış pazarlarını bu teknolojileri satmaya adamaları gerekir.
Umuyorum ki, Türkiye’nin verimliliğe odaklanması gerektiğinde hemfikiriz. Peki Türkiye bu konuda ne durumda? Türkiye Akademik Diaspora Raporu’nda Türkiye’nin sürdürülebilir gelişimi için çizdiğimiz hikayemize bu soruya cevap vererek başlıyoruz. Verimliliği bir çıktı olarak temel bilimler ve uygulamalı araştırmalardan oluşan bir bilgi üretim süreci olarak düşünebiliriz. Bu durumda bu süreci ölçmenin en doğal yolu temel bilimlerin göstergesi olan bilimsel makaleleri, ve uygulamalı araştırmaların göstergesi olan patentleri incelemektir. Rapordan aldığım aşağıdaki Şekil 2, Türkiye’nin kişi başı makale ve kişi başı milli gelirini; Şekil 3, ise Türkiye’nin kişi başı patent ve kişi başı milli gelirini OECD ülkeleri ile karşılaştırıyor. Bu şekiller bize iki önemli bilgi veriyor. Öncelikle ülkelerin ürettiği makaleler, patentler, ve milli gelirleri arasında çok güçlü bir pozitif bağ var. İkinci olarak, Türkiye bu göstergelerin hepsinde OECD ülkelerinin çoğunun gerisinde.
Türkiye’nin büyümesi için verimlilik artışı bu kadar elzemken, Türkiye neden makaleler ve patentler konusunda geride? 2020’de yayımladığımız Türkiye Bilim Raporu bu sorunun makaleler kısmına detaylı bir yanıt vermişti ve 2006 yılı sonrası kurulan üniversitelerde başta olmak üzere Türkiye’de akademik araştırmaların verimsiz olduğunu göstermişti. Türkiye Akademik Diaspora Raporu ise daha geniş bir açıdan bu durumu incelemeye devam ediyor. Yurt dışındaki akademisyenlerden, Türkiye’deki Üniversitelerin ana bilim dallarına göre uluslararası sıralamalarına kadar yepyeni sorularla akademik araştırmalar konusunda bildiklerimizi daha da öteye taşıyor.
Türkiye’nin patentler konusunda neden geride olduğunu anlamak için de Türkiye’nin patentlerle sonuçlanan Araştırma Geliştirme programlarına (Ar-Ge) yeterince kaynak ayırıp ayırmadığını sorabiliriz. Şekil 4, ne yazık ki Türkiye’nin Ar-Ge yatırımı konusunda gösterilen ülkelerin oldukça gerisinde olduğunu söylüyor.
Düşük Ar-Ge sonucunda daha az patent üretiyor, verimliliğimizi daha az artırıyoruz. Doğal bir netice olarak da ürettiğimiz ürünler daha az katma değerli. Bunu görmenin bir yolu ihracatın içindeki yüksek teknolojinin payına bakmak. Şekil 5, Türkiye’nin ihracatında yüksek teknolojinin payının yıllardır yerinde saydığını gösteriyor. Türkiye eğer sürdürülebilir bir büyüme sağlamak istiyorsa hızlı bir ivme yaşayan Kore, ve boyutuna rağmen ciddi oranlarda büyüyen Çin gibi daha fazla yüksek teknoloji ihraç eder noktaya gelmesi gerekiyor.
Peki verimliliği artırmak bu kadar zorken, üstüne üstlük Türkiye’nin temel bilimler ve uygulamalı araştırmalar konusunda karnesi hiç de iyi değilken, Türkiye sürdürülebilir büyümeyi nasıl sağlayabilir? Ben, odağını sermayeden verimliliğe yeni çeviren bir ülkenin yapması gerekenleri, dört tekerleği olmayan bir arabanın işler duruma getirilmesine benzetiyorum. Nasıl bu arabanın yola çıkabilmesi için dört tekerleğinin de değiştirilmesi gerekiyorsa, sürdürülebilir büyüme için de Şekil 6’de gösterilen Basitleştirilmiş İnovasyona Dayalı Büyüme Modeli’nin dört bacağının dördünün de (toplum, üniversiteler, yenilikçi şirketler, rekabet) işler vaziyete getirilmesi gerekiyor.
Gösterilen büyüme süreci, okların temsil ettiği üzere birbirini besleyen bir yapıya sahip. Dolayısıyla, parçalarından hiçbiri münferit düşünülemez. Bunlardan ilki toplum ve yetenek havuzu; ikincisi, üniversiteler ve yeteneklerin eğitilmesi; üçüncüsü beyin göçünden sonra ülkede kalan yeteneklerin çalıştığı yenilikçi şirketler; ve sonuncusu bu yenilikçi şirketlerin eski şirketleri yaratıcı yıkıma sürüklediği rekabet adımı. Türkiye Akademik Diaspora Raporu, bu modelin toplum ve üniversiteler bacaklarına ağırlık vererek Türkiye’nin beşeri sermayesine odaklanıyor.
Yarınki blog yazımızda ise bu modelin dört bacağını, ver her biri için Türkiye’nin odaklanması gereken konuları örneklerle detaylandıracağız. Email listemize kaydolmayı unutmayın!